Osmanlı hilafet düzeni devam etmiş olsaydı bile, batı kanunları sadece diğer İslam ülkelerine sızmakla kalmayacak bizzat Türkiye'ye de girecekti ki şu veya bu ölçüde bu gerçekleşmişti zaten. Bazıları bu iki hadise arasında irtibat olduğunu zannetmişse de bu sızmanın nedeni Osmanlı hilafetinin yıkılması değil, o günkü şartların tamamıdır. Bu dönemde bütün İslam beldelerinde Müslümanlar kendi kapalı toplumlarının içine çekilmiş durumdaydı. Olayların hızla gelişmesi ve bu hızlı değişimlerin getirdiği baskılar geri kalmışlık, çaresizlik ve şaşkınlıkla bütünleşince Müslümanları infial ve pasif direnişe sürüklemişti. Dini inkâr eden ve dine karşı olanlarla batı kültür, kanun ve değer sistemlerinin savunucuları herhangi bir muhalefet veya muhalifle karşılaşmaksızın pratikte kendi toplumlarının yegâne otoritesi ve rakipsiz tek gücü kesilmişti. Bu yeni akıma ve öncülerine karşı çıkabilecek güç hiç kimsede yoktu. Bu şartlar altında İslam ülkelerinin hukuk ve kanun düzenlerinin, hatta anayasalarının batı kanunları gölgesinde yeniden şekillenip düzenlenmesi doğaldı. Çoğu İslam ülkelerinin yeni çağa ayak basması, hürriyet taraftarı eğilim ve fikirlerin gelişip yayılmasıyla eş zamanlı olduğundan kamuoyunun dikkatlerini ilk çeken nokta anayasa ve kanun hazırlamaktı. Bu kargaşa ortamında anayasa ve kanun düzenleyebilmek için batı kaynaklarından başka iktibasta bulunulabilecek hangi kaynak ve merci vardı?
Bu noktada biraz daha açıklamada bulunmamız gerekiyor. Çoğu 3. dünya ülkeleri gibi Müslümanlar da tarihleri boyunca hep başlarındaki yöneticilerin istibdat ve keyfi yönetiminin acısını çektiler. İstibdadın en önemli özelliği "kanun tanımaz"lığıdır, hiçbir kural ve kanunu dinlemez, esasen kanunu tanımaz. Yeniçağın değişimleri işte bu sırada başla-dı, gözler ve kulaklar açılmış oldu. Bir anda, ne kadar kötü sosyal ve siyasi şartlar altında yaşadıklarını, azami ölçüde geri kalmışlık ve perişanlık içinde bırakıldıklarını fark ettiler. Bu duygunun uyandırılıp beslenmesinde yeniçağ aydınlarının önemli bir rolü olduğu inkâr edilemez. Aydınlar o dönemin şartları altında kendi toplumlarıyla gelişmiş ülkeleri kıyasladıklarında, görünüşte bu geri kalmışlığın siyasi istibdattan kaynaklandığı, buna da kanun ve hukuk düzenine sahip bulunmamanın yol açtığı kanaatine vardılar. Bu nedenle topluma var güçleriyle hürriyet fikrini aşıladılar ve bunu elde etmenin tek yolunun anayasa ve gerekli kanunların yazılıp düzenlenmesinden geçtiğini vurguladılar. Onlara göre bu sorun bir bütün olarak istibdadın egemenliğinden ve hürriyetin var olmayışından kaynaklanmadaydı ki bunun tek çözümü kanundu. Tahmin edileceği gibi, onlar bu derde deva olabilecek tek kanunun da batı kanunları olduğuna inandırıldılar.
Oysa Müslümanlar en azından bu konuda hiç kimseye muhtaç değillerdi aslında. O sırada yazılı bir kanun düzenleri olmasa bile, islam hükümleri ve İslam fikhi gibi gayet zengin bir kanun kaynağına sahiptiler ve bu kaynaktan faydalanıp ilham alarak kendi toplumlarmin bütün ihtiyaçlarına cevap verebilecek kanunlar düzenleyebilirlerdi. Nitekim bazı İslam ülkeleri bunu yaptı da.
Kısacası İslam ülkelerinin yeniçağa ayak basarken edindikleri ilk ciddi tecrübe hukuk ve kanun düzeninin modernize edilmesiyle başladı. Ama daha önce de belirttiğimiz gibi bu hadise, inançlı ve sorumlu Müslümanların gıyabında gerçekleşiyordu. O günlerde bu kesim bir nevi uyuşukluk ve narkoz halinde yaşıyordu, korkutulmuştu...
Meydanı terk etmiş olan bu Müslümanlar kendilerine geldiklerinde genellikle dini inançlarıyla bağdaşmayan bu yeni kanunlara boyun eğmek zorunda olduklarını gördüler...
Şia ve Ehli Sünnette Siyasi Düşünce Zeminleri (Muhammed Mescidcami) kitabından alıntıdır.