Dinlerin, insanlar ile aşkın varlık/varlıklar arasındaki iman ve ibadet ilişkisinin yanı sıra insanların kendi aralarındaki ilişkileri düzenlemeye yönelik ahlak kuralları vardır. Bu ahlakî ilkelerin her dinin ayrılmaz bir parçası olması yönüyle din ve ahlak kavramları arasında sıkı bir ilişki bulunmaktadır. İsmail Hakkı’ya göre; Ahlakî görevlerin aksatılması ile kişilerin imanlarının zayıflaması doğru orantılı olarak gerçekleşmektedir. Bu sebeple toplumda ahlakın varlığını korumak için dine sahip çıkmak gerekir. Ancak dinin ve ahlakın muhafaza edilmesi toplumun hayatının değişmesine bağlıdır. Kur’an bu düsturu “Bir toplum kendisindekini değiştirmedikçe Allah onlarda bulunanı değiştirmez” (Ra’d 13/11) ayetiyle vurgulamaktadır.
Özellikle vahye dayalı semavi dinlerin temel amaçlarından bir tanesi, ahlaklı bir toplum meydana getirmektir. 11 Bu itibarla din ve ahlak adeta birbirlerinin tamamlayıcısı konumundadır. Örneğin, zulüm, cinayet, zina, hırsızlık, rüşvet, aldatmak ve kumar oynamak gibi dinen “günah” sayılan davranışlar aynı zamanda ahlaken de “kötü”, adalet, doğruluk, yardımseverlik, ahde vefa gibi dinin “sevap” kazanma vesilesi saydığı davranışlar da ahlaken “iyi” olarak kabul edilen davranışlardır. Bu davranışlardan birini yapan kişi herhangi bir dine inanmasa bile doğuştan gelen fıtratına ve insanlığın ortak değerlerine göre iyi veya kötü bir davranışta bulunmuş olur. 12 Ancak herhangi bir dine inanan kişi açısından ise aynı zamanda sevap veya günah kazanmasına sebep olacağı için din duygusu insanları iyi davranışlara yönlendirirken kötü davranışlardan da uzaklaştıran yaptırım gücünü kuvvetlendirir. Hatta öyle ki, İslam dininde kişiye ahlakî erdem kazandırmayan ibadetler makbul görülmemiştir.
Nitekim Taberî, Ankebût suresinin, “Sana vahyedilen kitabı okuyup tebliğ et, namazı hakkıyla ifa et. Muhakkak ki namaz, insanı, ahlak dışı davranışlardan, meşru olmayan işlerden uzak tutar. Allah’ı namazla anmak, elbette en büyük fazilettir. Allah bütün işlediklerinizi bilir.” mealindeki 45. ayetini tefsir ederken “Kim namaz kılar da kıldığı namaz onu hayasızlıktan ve kötülükten alıkoymazsa, o namaz onun Allah’tan uzaklaşmasına sebep olur” şeklinde bir hadis nakletmektedir. 13 Konuyla ilgili olarak nakledebileceğimiz başka bir rivayette de bir gün Hz. Peygamber’e biri gelerek; “Ey Allah’ın Resulü, falan kadın çok namaz kılar, oruç tutar ve çok sadaka verir. Yalnız dili ile komşularını incitir” dedi. Hz. Peygamber; “O, Cehennemdedir” dedi. Aynı adam; “Ey Allah’ın Resulü, falan kadın da az namaz ve orucu ile anılır ve az bir miktar da sadaka verir. Ancak komşularına eziyet etmez” dedi. Hz. Peygamber bu kadın hakkında ise: “İşte o kadın Cennettedir” buyurdu.
Lügat kitaplarında ahlakın tekili olan “ḫulḳ/ḫuluḳ” kelimesinin bir manasının da “din” olarak belirtilmesi 15 bu iki olgu arasındaki ilişkinin bir diğer göstergesidir. Dilciler “Ve sen elbette yüce bir ahlak/din üzeresin” (Kalem 68/4) ayetinin bu eş anlamlılığa delalet ettiğini söylemektedirler. Ahlakın, din ile yakın münasebeti kutsal kitaplardaki kıssalarda da açıkça görülmektedir. Âd, Semûd ve Nûh kavimler sadece Allah’a inanmadıkları için değil, aynı zamanda ahlaka aykırı hareket ettikleri için de cezalandırılmışlardır. Aynı şekilde Lût kavminin Allah’ın gazabına uğraması, bu kavmin anormal ahlakî davranışlarda bulunmalarısebebiyledir (Ankebut 29/28-36).
Birey planında düşünüldüğünde de dinî ve ahlakî duyguların ferdin vicdanında aynı merkezden idare edildiği görülmektedir. Ancak, aynı merkezden yönlendirilen hareketlerin dıştaki tezahürlerine dinî ve ahlakî diye farklı isimler verilmektedir. 16 Tarih boyunca din ile ahlak birbiri içinde yaşamış olmakla beraber, bu iki kurumun toplumlar tarafından kabulü farklılık göstermektedir. Nitekim günümüzde ahlak her kesim tarafından olmazsa olmaz bir gereklilik olarak kabul edildiği ve kurallarına uyulduğu halde, din fertler tarafından aynı derecede benimsenmemektedir.
Din ve ahlakın insanlar tarafından benimsenmesindeki bu farklılığın başlıca nedeni, ikisinin mahiyet ve amaçları arasında önemli farkların bulunması ve hele dinin, ahlakı aşan bir takım mistik unsurlar içermesidir. İnsanlar eski çağlarda bilim bugüne göre az gelişmiş olduğu için çevrelerinde gözlemledikleri olayların anlamakta ve anlamlandırmakta zorlanıyorlar ve açıklayamadıkları boşlukları mistik ve mitolojik unsurlar ile dolduruyorlardı. Dinler de mesajlarını insanlara aktarırken bu mistik ve mitolojik kavramları kullanmıştır. Ancak zamanla bilimin gelişerek olayları daha fazla açıklamasıyla birlikte mistik ve mitolojik din dili modern insanda bir etki oluşturmakta zorlanmaktadır. Bu sebeple mesaj ağırlıklı yine bir din dilinin tesis edilmesi zorunlu hale gelmiştir. Kanaatimizce ahlak kurallarının, din kurallarına oranla daha fazla dünyevi faydalar içermesi de bu konuda etkili olmaktadır. İyice sekülerleşen bugünün insanı için “artık dinin değil ahlakın bağlayıcılığından söz edilebilir” dersek hata etmiş olmayız. Bu durum modernleşmeyle paralel gitmektedir ve artık Müslüman ülkeleri de ilgilendirmeye başlamıştır.
Kur’an’da “iman” ile “amel” kavramlarının pek çok ayette yan yana zikredilmesinin amacı, kalbe ait bir olgu olan iman ile imanın dışa vurumu olan amel arasındaki bağlantıyı belirtmek ve mutlak manada kâmil bir imanın, hem kalbi hem de ameli faaliyetlerin uyumlu bir şekilde birleşmesinden meydan geldiğini vurgulamaktadır. İmanın dışa yansıyan amel boyutu, genel olarak ibadetler, ahlakî davranışlar ve hukuki ilişkiler şeklinde kişinin hayatında yer almaktadır. Dolayısıyla bir mümin için, ahlakî davranışlar imanın fizyolojik (dış) boyutlarından birisidir. 17 Buradan da anlaşılacağı üzere insanın ideal bir mümin olması için sadece İslam dininin hükümlerine inanmış olması yeterli olmayıp bununla birlikte imanının gereklerini de yerine getirmelidir.
Aktif bir iman, güzel ahlakın en önemli desteği ve temelidir. Öyle ki iman olmadan ahlak kurallarının bir insan üzerinde yeterli yaptırım gücü olamaz. Bunun yanında iman duygusu da ancak yüksek ahlaka sahip olmakla kemale erer. Çünkü imanın esas amacı; insanın Allah’a bağlanması ve O’na yükseltilmesidir. Kulun Allah’a yükselmesi ise; kişinin Allah’a karşı olan görevlerini tam manasıyla yerine getirmesinin yanı sıra diğer varlıklara karşı bireysel ve sosyal sorumluluklarını ifa etmesiyle gerçekleşir. Ayrıca ilahî hakikatleri itiraf ve kabul etmek manasına gelen imanın kendisi de ahlakî bir davranış olarak kabul edilebilir.
Sonuç olarak anlıyoruz ki zayıf ahlak, zayıf imanın delilidir. Çünkü Allah’ın emirlerine ve yasaklarına riayet etmek ancak güçlü bir imanla mümkündür. Nitekim Allah, müminlere bir şeyi emrettiği zaman birçok ayette önce “Ey iman edenler!” diye hitap edip onların imanlarını hatırlamalarını sağlayıp ve sonra emrini bildirmektedir.
Kur’an’ın içerdiği üç temel konudan biri olan ibadetlerin amacı; kul ile yaratıcı arasındaki manevi bağı daima canlı tutmak ve kesintiye uğratmamak olarak ifade edilebilir. Fakat ibadetler sadece Allah ile kul arasındaki manevi bir ilişki olarak kalmamakta ve insanın yaşadığı diğer alanlara ve özellikle ahlaka tesir etmektedir. Allah’ın emirlerine uymak ahlakın temelidir. İnsanın manevi olgunluğa ulaşması ve toplumun huzuru bu sayede sağlanır. Zira bütün ibadetler insanın kurtuluşu ve rahatı için yerine getirilmelidir. Yoksa Allah’ın bu ibadetlere ihtiyacı yoktur. 20 Aynı şekilde İslam dininin kendi mensuplarının yerine getirmelerini emrettiği ibadetler, belli hareketlerin periyodik olarak tekrarlanması değil; bilakis kişinin güzel ahlakı yaşaması ve bu ahlaka devamlı suretle sahip olmasını sağlamak amacıyla yapılan alıştırmalardır. İslam’ın beş temel şartı olarak kabul edilen kelime-i şahadet, namaz, oruç, hac ve zekât, hep bireyi sosyalleşmeye ve toplumda huzur içinde yaşamaya teşvik eden, başka bir ifadeyle toplumsal barışı ve sosyo-ekonomik düzeni eşitlik ve adalet üzerine tesis etmeyi hedefleyen mesajlar içermektedir. 21 İslam’daki ibadetler, insanların nefislerinde bulunan kötü duyguları ıslah etmek, insanlar arasındaki eşitlik ve huzurlu toplum düşüncesini geliştirmek amacıyla emredilmiştir. Bu ahlakî hedefleri gerçekleştirmeyen ibadetlerin Allah’ın kabul edeceği ve karşılığında mükâfat vereceğini vaat ettiği gerçek anlamda ibadetler olduğunu söylemek güçtür.
İbadetler, kişinin diğer Müslümanlarla daha samimi olmasını ve insanların vicdanlarını terbiye etmek suretiyle kişilerin manevi bir bağla bağlanmalarını sağlaması yönüyle toplumun huzuruna yardımcı olmaktadır. 23 Bunun içindir ki; İslam dini, insanların günde beş vakit camide toplanmalarını emretmiş ve toplu halde kılınan namazın münferit kılınan namazdan daha faziletli olduğunu bildirmiştir. 24 Böylece müminlerde potansiyel olarak bulunan tabii yakınlaşma duygusu aktif hale geçer, sonra da kendilerini birleştiren inançları yardımıyla bu yakınlaşma duygusu daha da güçlenir. 25 Bu anlayışa göre beş vakit namaz günlük, Cuma namazı haftalık, bayram namazları yıllık ve Hac ise inananların ömürlük dayanışma toplantısı sayılabilir. Ancak burada ibadetlerin, insanlara sadece bazı ahlakî erdemleri kazandırmak amacıyla meşru kılındığını söylemek de yanlış olur.
Kur’an, değişik vesilelerle ibadetlerin insanın ahlakına tesir ettiğini vurgulamaktadır. Prensip olarak ibadetler faydalarından dolayı değil, Allah’ın emri olduğu için yapılmalıdır ancak şu da bir gerçektir ki Allah’ın emrettiği şeyler aynı zamanda insanın yararına olan şeylerdir.
Adabına uygun olarak, vaktinde ve istikrarlı bir şekilde yerine getirilen namaz ibadeti, insan ruhunu etkiler, onu iyiliklere yöneltir ve kötülüklerden sakındırır. İnsan ruhunda hiçbir müspet gelişme sağlamayan namaz, hakkıyla eda edilmekten uzak ve sadece bir alışkanlıktan ibaret kalır. “Kitaptan sana vahyedilenleri oku, namazı özenle kıl. Kuşkusuz namaz hayasızlıktan ve kötülükten meneder” (Ankebut 29/45) ayetinde namazın, insanların çirkin ve kötü davranışlardan kaçınmalarını sağlayacağı belirtilmektedir. Zira öncelikle namaz içinde kötü ve iğrenç şeyler zaten yapılamaz. 28 Namaz dışında ise namazın müminin vicdanına yerleştirdiği kuvvet onu daima iyiye ve güzel olana sevk edip kötülüklerden, fuhuş ve münkerden sakındırır. 29 Bunun yanında toplum içi davranışlarında ve karakterlerinde bir itidal ve denge, düşüncelerinde bir incelik ve rahat ve zor zamanlardaki tavırlarında bir ölçü görülür. Namaz, korku ve heyecan anında insanları sakinleştirici bir özelliğe sahiptir. Korkuya kapılan Müslümanların en fazla ihtiyaç duydukları şey Allah’ın zikriyle kalplerinin yatışmasıdır. Müslüman korku anında bile Allah ile olan bağını kesmez.
Bu yazı Iğdır Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Felsefe ve Din Bilimleri Bölümü Öğretim Üyesi Doç. Dr. Hasan Ocak'ın "Kur’an ve Ahlak: Temellendirme ve Kapsam Bağlamında" başlıklı makelesinden alınmıştır.