IQNA

Doğu da Allah'ındır, batı da

10:28 - July 26, 2023
Haber kodu: 3481117
İSTANBUL (IQNA) - Kur'ân'ın "ne doğu ne batı" (Nûr, 35) diye tasvir ettiği evrensel hakikat tasavvuru, doğu ve batı kalıplarını aşan bir niteliğe sahip. Bu manada İslâm toplumları kendilerini hiçbir zaman "doğuda" ya da "doğulu' addetmediler.

Avrupa'nın Doğu'yu ve İslâm dünyasını bir "öteki" olarak görmesi, İslâm'ın tarih sahnesine çıktığı yedinci yüzyıla kadar geri gider. Ortaçağlarda İslâm'ı dinî ve teolojik gerekçelerle bir "öteki" haline getiren Avrupa medeniyeti, bu ötekileştirmeyi modern dönemde din-dışı ve seküler argümanlar kullanarak yapmaktadır. Bu yüzden soğuk savaşın ardından İslâm, giderek bir güvenlik sorunu olarak kurgulanmış ve "İslâm tehdidi", uluslararası ilişkilerden göçmen yasalarına kadar her alanda kullanılan elverişli bir siyaset aracı haline gelmiştir. Modern Batı medeniyetinin milliyetçi, dinî ve seküler aşırı uçları, İslâm'ı ve Müslümanları ötekileştirerek kendilerine bir güvenlik ve meşruiyet alanı yaratmaya çalışıyorlar.

Fakat ötekileştirmenin tek taraflı bir tutum olmadığını, en başta ifade etmek gerekir. İslâm dünyası da Batı'yı bir "öteki" olarak algılıyor; kendisinin tarihine, coğrafyasına, doğal kaynaklarına, giyim-kuşamına, siyasetine, estetiğine, yaşam tarzına müdahale eden bir "öteki". Avrupa emperyalizminin tarihi dikkate alındığında, bu duygunun yersiz olmadığını söyleyebiliriz. Bununla beraber kendini her şeyden önce Avrupa merkezci modernleşmenin kurbanı olarak görmek de İslâm toplumlarının "ben" idrâkine ilişkin farklı sorunların doğmasına neden oluyor. "Ben" ile "öteki” arasındaki ilişki, İslâm ve Batı tarihinin de önemli bir boyutunu oluşturuyor.

Bu iki toplumun kesişen tarihleri, aynı zamanda iki algılama biçiminin de tarihidir; gerçek ile efsanenin, olgu ile algının, kimlik ile imajın, hakikat ile tahayyülün iç içe geçtiği bir tarih. Savaş ve barış, adalet ve zulüm, baskı ve özgürlük, esaret ve bağımsızlık, dostluk ve düşmanlık, güven ve ihanet, bu tarihin sayfalarında karşımıza sıkça çıkan temalar. Bu çalışmada bu tarihin ana hatlarını inceleyeceğiz. Amacımız tek başına İslâm yahut Batı tarihini anlatmak değil. İki dünyanın tarihini, birbirleriyle kesiştiği noktalarda anlamaya ve açıklamaya çalışacağız. Siyasî, fikrî yahut kültürel hangi bakış açısından bakarsak bakalım İslâm-Batı ilişkileri, günümüzün temel konularından biri.

11 Eylül saldırılarından çoğulculuk tartışmalarına, Danimarka'daki karikatür krizinden Hollywood filmlerine, kadın ve insan haklarından misyonerlik faaliyetlerine, Avrupa ve Amerika'da yaşayan Müslüman azınlıklardan Ortadoğu siyasetine, yükselen İslâmofobiden İslâm ülkelerindeki Batı karşıtlığına kadar pek çok konuyu bu sorunun bir türevi olarak görmek mümkün. Türkiye'nin AB'ye üyelik serüvenini de bu çerçevede ele alan değerlendirmeler var. İki dünyanın kendi içinde yaşadığı kırılmalar, birbirleri hakkındaki algılama biçimlerini derinden etkiliyor. Bir Amerikalı askerin zihnindeki "Iraklı" tasavvuru, Ebû Gureyb Hapishanesi'ndekiler için bir kâbusa dönüşebiliyor. Aynı şekilde bir el-Kaide militanının inşa ettiği "Batı" algısı, Londra yahut Paris sokaklarında terörist saldırılara zemin oluşturabiliyor.

Batı'nın İslâm algısını, onun Avrupa merkezli tarih anlayışından, hakim medeniyet olma duygusundan ve Greko-Roman ve Yahudi-Hristiyan köklerinden bağımsız ele alamayız. Batı medeniyetinin "ben" tasavvurunu belirleyen bu unsurlar, aynı zamanda onun "öteki” algısını da şekillendiriyor. Bu "öteki"nin bir dost, müttefik, ortak, düşman, rakip yahut tehdit olarak algılanması felsefî, tarihî ve siyasî pek çok etkene bağlı. Bu algılamanın mutlak, değişmez ve homojen olduğunu düşünmek, günümüzün en yaygın hatalarından biri. Batı gibi uzun bir tarihi ve karmaşık medeniyet yapısını tek bir cümleye indirgemek ne mümkün ne de anlamlı. Lâkin Batı dünyasında hakim olan İslâm algısının ana renklerini ve ara tonlarını belirleyen faktörleri tespit edebiliriz. Değişim, her zaman değişmeyen bir şeylerin varlığını da tazammun eder; bu manada Batılı İslâm algısının birtakım sabitelerine işaret etmek mümkün. Örneğin, sekizinci yüzyılda İslâm karşıtı ilk polemikleri kaleme alan Yuhanna ed-Dimeşkî'nin (St. John of Damascus) Hz. Peygamber'i "sahte peygamber" olarak suçlamasıyla, 2000'li yıllarda Amerikalı evanjelist Jerry Falwell'in Hz. Peygamber'in "terörist" olduğunu söylemesi; yahut Papa XVI. Benedikt'in, Regensburg konuşmasında İslâm'ın özünde şiddet barındırdığını ve bu yüzden rasyonel bir din olmadığını iddia etmesi arasında göz ardı edemeyeceğimiz bir süreklilik var.

Bu tür suçlamaların, gerilim ve çatışma ortamını derinleştirdiğinde şüphe yok. İslâm dünyasının Batı algısına baktığımızda, karşımıza bir dizi benzer sorun çıkıyor. Müslüman dünya için "Batı", aslında iki asırlık bir olgu. 11. ya da 16. yüzyılda İslâm coğrafyasında yaşayan bir aydın yahut sanatçı için "Batı" diye bir şey yoktu.

Frenkler, Cermenler, İspanyollar, İtalyanlar, Venedikliler, Cenevizliler, Yahudiler ve Hristiyanlar vardı ve biliniyordu. Ama kelimenin modern manasında bir Batı henüz teşekkül etmiş değildi. Kendisini "orta ümmet" olarak dünya coğrafyasının orta kuşağında gören İslâm dünyası, Doğu'ya da Batı'ya da eşit mesafedeydi. Batı onun için, hep cevap verilmesi, tepki gösterilmesi, mücadele edilmesi gereken bir muhatap değildi. 1200 yılında İsfahan'da yaşayan bir Müslüman âlimin mekân algısı açısından Çin neyse, Fransa da oydu. Kur'ân'ın "ne doğu ne batı" (Nûr, 35) diye tasvir ettiği evrensel hakikat tasavvuru, doğu ve batı kalıplarını aşan bir niteliğe sahip. Bu manada İslâm toplumları kendilerini hiçbir zaman "doğuda" ya da "doğulu' addetmediler. "Doğu", ancak Asya kıtasının bir uzantısı olan Avrupa'nın kendisini "Batı" olarak tanımlamasından sonra ortaya çıkan kurgusal ve işlevsel bir tanım. Mekân algısı Avrupa merkezci hâle geldikçe kullandığımız coğrafî terimler de sınırlayıcı bir nitelik kazanıyor. Örneğin insanlık tarihinin merkezinde yer alan coğrafyaya bugün neden "Ortadoğu" diyoruz? Japonya, hangi coğrafî tasnife göre "Uzak Doğu" kabul ediliyor? Tersinden düşünecek olursak, mesela Amerika'ya neden "Uzak Batı" ya da "Uzak Doğu" demiyoruz? Doğu-Batı ikileminin modern bir olgu olduğunu, Kur'ân ve tarih de teyit ediyor. Mekke'de Müslümanlara ilk kez namaz emri geldiğinde yönlerini Mescid-i Aksa'ya dönmeleri emredilmişti. Hz. Peygamber 622 yılında Medine'ye hicret edene kadar bu durum böyle devam etti. Daha sonra Mekke'deki kadim kıbleye, Kâ'be'ye dönülmesi emredildi. Medîne Yahudileri bu değişimin nedenini sorduklarında Kur'ân-ı Kerim Bakara Sûresi'nin 115. ayetiyle cevap verdi: "Doğu da Allah'ındır, batı da. Nereye dönerseniz Allah'ın yüzü (zâtı) oradadır. Şüphesiz Allah'ın rahmeti ve nimeti geniştir; O, her şeyi bilendir." Böylece Kur'ân, doğu ve batı kavramlarının görece ve arızî niteliğini vurgulamış ve asıl meselenin doğuyu da batıyı da aşan hakikate yönelmek olduğunu ifade etmiştir.

Doğu ve batı kelimeleri birer kavram ve sembol olarak kullanılmaya elbette devam etti. Fakat "batı" ve "doğu" kavramları bugün yüklediğimiz anlamları haiz değildi. Müslümanlar için Kâ'be "doğu" demek değildi; tıpkı Kudüs'ün de "doğu" olma- ması gibi. Kutsal mekânlar bu tür basit coğrafi sınırlamaların ötesindedir.

Bu yazı İbrahim Kalın'ın "Ben Öteki ve Ötesi" kitabından alınmıştır.

 

captcha