Çocukluğumuzda oruç tutmasak bile merak ve heyecanla parçası olmaya çalıştığımız sahur sofraları, öğlene kadar tuttuğumuz tekne oruçları, mis kokulu pide kuyrukları, tüm ailenin bir araya toplandığı bayram kahvaltıları hepimizin kişisel hafızasında çok özel bir yere sahip.
Osmanlı’da Ramazan gelenekleri arasında; ramazan hazırlıkları, eğlenceleri, ilk kez oruç turan çocuklara hediyeler, oruç tutma ibadetiyle sorumlu tutulamayacak kadar küçük yaştaki çocuklar için oruca direk vurma geleneği yani öğle vakti gelince, küçük çocuklara yemek yedirilirdi. Bu yemek arasına ise oruca direk vurma denirdi.
Pişi dağıtmak, diş kirası, çat kapı gelen iftar misafiri, güllaç ikramı ise bu tatlı Ramazan ayıyla özdeşleşen bir tatlı olup geleneksel Türk tatlılarından biridir ve hafif bir lezzete sahip olduğu için ramazan ayına uygun görülmüş. O zamanlar, 3 ihlas 1 Fatiha okunmadan ateşe verilmeyen güllaçlar, sofraların epey kıymetli lezzetlerindendi.
Mahya sanatı, Hırka-i saadet merasimi, iftar sofrası kurmak, camiye, teravih namazına gitmek, iftar çadırları yer alırdı.
Türkiye’de Ramazan gelenekleri arasında ramazan pidesi satışı, davulcular ve ramazan manileri, mahya geleneği, iftar çadırları, hacivat-karagöz gösterileri halen devam etmektedir.
Ramazan ayında unutulan geleneklerimiz
Zimem defteri: Mahalle esnafının müşterileri için tuttuğu veresiye defteri anlamına geliyor. Yakın bir geçmişte bile oldukça sık kullanılan veresiye defterleri, mahalle sakinlerinin borçlanarak esnaftan alışveriş yapmalarına olanak sağlıyordu. Varlıklı kişilerin, Ramazan ayı geldiğinde esnafın elindeki zimem defterlerindeki borçları, kimin olduğuna bakmadan ödemeleri toplumumuzun önemli geleneklerinden birisiydi. “Sağ elin verdiğini sol el bilmemeli” anlayışı ile yapılan bu yardımlarda ne borçlu hesabı kimin kapattığını öğrenir ne de yardımseverler kimin hesabını kapattıklarını bilirlerdi. Günümüzün alışveriş sistemlerinde veresiye defterleri neredeyse hiç kullanılmıyor. Ancak “askıda fatura” gibi uygulamalarla ihtiyacı olanların borçlarını kapatmaya yönelik sosyal dayanışma örnekleri hâlâ devam ediyor.
Sadaka taşları: genellikle cami avlularına, gelir düzeyi düşük semtlere, vakıf bahçelerine ya da mezarlık yakınlarında yerleştirilen sadaka taşları sosyal dayanışmanın son derece işlevsel ve özel örneklerinden biri olarak kabul ediliyor. Ayni ve nakdi yardımların üzerindeki oyuğa bırakıldığı ve ihtiyaç sahiplerinin ihtiyacı kadarını aldığı bu taşların pek azı günümüze kadar ulaşmış. Osmanlı toplumunda yılın her döneminde aktif olarak kullanılan sadaka taşları, özellikle yardımlaşmanın ön plana çıktığı Ramazan aylarında önemli bir dayanışma yöntemi olarak kullanılmış.
Diş kirası: Varsıl kimselerin iftara çağırdıkları davetlilere yemekten sonra verdikleri ve “diş kirası” olarak adlandırılan hediyeler, yardımlaşma kültürümüzün zarif örneklerinden birisi olmasına rağmen zamana yenik düşmüş geleneklerimizden birisi. Hem yoksullara yardım etmeyi hem de davete icabet edenlere değerli vakitlerini ev sahibine ayırdıkları için teşekkür etmeyi amaçlayan bu hediyeler; genellikle kadife keseler içinde verilen gümüş, akçe, altın veya tespihlerden oluşuyordu. Uzun süren savaşlar, ekonomik buhranlar nedeniyle zamanla azaldı ve unutuldu.
Semai kahvehaneleri: 19. yüzyılda yaygınlaşmaya başlayan semai kahvehaneleri Ramazan ayının ilk günü açılır, arife günü akşamı kapanırdı. İftar ve teravih namazı sonrasında toplumun her kesiminden insanı bir araya getiren bu müzikli kahvelerde aşıklar tarafından semailer okunur, mani atışmaları yapılır, çözülmesi istenen bilmeceler kahve duvarlarına asılırdı. Uzun yıllar boyunca Ramazan eğlenceleri geleneğinin önemli bir parçası olan semai kahvehaneleri 1900’lü yılların ilk yarısında giderek azalarak sosyal hayattan silindi.
Televizyonun, diğer iletişim ve eğlence araçlarının olmadığı dönemlerde Ramazan ayının toplumsal yaşama getirdiği hareketlilik, kendine has eğlence geleneklerinin de ortaya çıkmasını sağladı. Özellikle teravih sonrasında kahvehanelerde toplanmak, meddah, Karagöz ve Hacivat, ortaoyunu gösterileri izlemek, İstanbul’da Direklararası’nda düzenlenen eğlencelere katılmak, birlikte ibadet eden bir toplumun birlikte eğlenmesini de sağladığı için oldukça önemliydi. Son yıllarda pek çok kentimizde yeniden canlandırılmaya çalışılan Ramazan etkinlikleri eski ihtişamlı günlerinden hayli uzak olsa da benzeri bir işlevi yerine getirmeye çalışıyor.
Ramazan Ruhunu Yaşatmaya Devam Eden Geleneklerimiz
“Nerede o eski Ramazanlar!” diyen aile büyüklerimiz kısmen haklı olsalar da bugün Anadolu’nun dört bir köşesinde varlığını sürdüren geleneklerimiz toplumun bütün katmanlarını birbirine kenetleyen önemli bir bağ oluşturuyor. Kültürel zenginliğimizin bir parçası olan ve Ramazan ayına törensel bir boyut kazandıran bu gelenekler kuşaktan kuşağa aktarılmaya devam ediyor:
Ruhumuzu temizleyen Ramazan ayına girmeden önce, bu kutsal aya duyduğumuz saygının gereği olarak hem evlerimizi hem de ibadethanelerimizi temizleme geleneği yurdumuzun hemen her köşesinde devam ediyor. Yapılan her hazırlık Ramazan süresince daha az yorulmamızı, ibadetlerimize daha çok vakit ayırmamızı sağlaması açısından da önem taşıyor.
Yardım için verilen iftar yemekleri ve konuk ağırlamak amacıyla düzenlenen iftar davetleri geleneksel misafirperverliğimizin bir uzantısı olarak bugün de devam ediyor. Hayır amacıyla iftar daveti vermek isteyenler için pek çok farklı alternatif bulunuyor. Belediyeler ya da sivil toplum kuruluşları ile iletişime geçerek geniş kitlelerle paylaşabileceğiniz iftar sofraları kurmanız mümkün. Bunun yanı sıra orucumuzu akrabalarımızla, dostlarımızla ya da komşularımızla kalabalık sofralarda açmanın verdiği mutluluk ise bir başka.
Günümüzün büyük şehirlerinde iftar topunun sesini duymak çok mümkün değilse de iftar saatinde top atma geleneği şehirlerimizin çoğunda devam ediyor. Ses sistemlerinin gelişmemiş olduğu dönemlerde önemli bir uygulama olan iftar topu atma, ilk olarak Sultan II. Mahmud döneminde başlamış ve zamanla gelenek haline gelmiş. İstanbul’da Ramazan ayının ilk iftar topu her yıl Sultanahmet Meydanı’nda atılıyor.
Ramazan ayının olmazsa olmaz geleneklerinden birisi de Ramazan davulcuları. Yaklaşık 150 yıl önce, insanları sahura kaldırmak için başlayan bu gelenek, maniler eşliğinde sokak sokak dolaşan ve bahşiş toplayan davulcularla bugün de devam ediyor.
Mahyacılık, Ramazan ve bayram gecelerinde çift minareli camilerde iki minare arasında gerili iplere zeytinyağlı kandiller asarak yazı yazma ve şekil yapma sanatıdır. İslam dünyasında sadece ülkemizde uygulanan bu gelenek adını “aylık” anlamına gelen “mahiyye” kelimesinden alır. İstanbul’da ilk mahyanın tam olarak hangi tarihte kurulduğu bilinmiyor ancak 1578 yılında İstanbul’a gelen Solomon Schweigger’in seyahatnamesinde bulunan bir çizimde, minareler arasına asılmış kandiller görülüyor. 1617’de yapımı biten Sultanahmet Camii’nde de o yıl mahyaların asıldığı biliniyor. Geçmişte büyük ustalık isteyen mahyacılık, günümüzde teknolojinin etkisiyle bir sanat olmaktan çıktı ancak elektrik ampulleriyle mahya kurma geleneği hâlâ devam ediyor.
Derleyen: B. Altun