Şehadet gününün gecesi, güneş iki yürekliydi ve ne yapacağını bilmiyordu. Bazen doğunun penceresinden daha erken doğmak ve uzun ömrü boyunca mislini görmediği ve gelecekte de görmeyeceği şahadet mahfilini aydınlatmak istiyordu. Bazen de o gün hiç doğmamayı düşünüyordu; olmaya ki canilerin yolunu aydınlatırım diye. Geceyi bu düşünceyle sabahladı. Sonunda karanlığın canilerin dostu ve kötülerin yardımcısı olduğunu hatırladı. Şafak vakti Hüseyin ve yârânı sabah namazını eda ettiler. Namazı bitirdiklerinde Yezidîlerin savaş çanları çalmaya başladı. Hüseyin yârânına dönüp Allah’a hamd u senadan sonra şöyle buyurdu:
“Allah, bana ve sizlere şahadet izni vermiştir; sabırlı olup kararlılık göstermeniz gerekir. Ölüm, zorluk ve bedbahtlıktan kurtulup geniş cennetlere ve kalıcı nimetlere ulaşmanıza vesile olacak bir köprüdür. Hanginiz zindandan kurtulup bir saraya yerleşmek istemez? Ama düşmanlarınız ölüm vasıtasıyla saraydan çıkıp işkence zindanlarında yerlerini alacaklar.”
Sonra ellerini havaya kaldırarak şöyle buyurdu:
“Allah’ım, sen her zorlukta sığınak ve ümitsin. Zorluklarda sen bana yâr ve yaverdin; nice üzüntülerimi giderdin ve nice sıkıntılardan kurtardın beni. Allah’ım, nimetler de senden, iyilikler de.”
Şehadet gününün güneşi doğduğu zaman, Hüseyin, ordusunu hazırlamaya başladı. Sayı açısından düşman ordusunun yüzde birinden daha az; vefa, iman, kararlılık bakımından onların binlerce kat üstünde bir ordu. Şehitler önderi, Züheyr’i, ordusunun sağ kolunun, Habib’i sol kolunun komutasına atadı. Sancağı kardeşi Abbas’a verdi. Özgürlerin sancaktarı, yiğitler yiğidi olmalıydı. Çadırlar ordunun arkasında yer aldı. Düşmanın kadınlara saldırmaması ve şahadet ordusunu arkadan hançerlememesi için, çadırlarının etrafında kazılan ve kamışlar ve çerçöple doldurulan çukurların ateşe verilmesiyle, savunma hattı tamamlanmış oldu.
Hüseyin, atına binerek Yezit ordularına doğru hareket etti ve sesini bütün Yezit ordularının duyacağı şekilde nasihat ve irşada başladı:
Ey millet! Dinleyin ve acele etmeyin. Nasihat etmek ve bir görevi yerine getirmek istiyorum. Eğer insaf edip sözlerimi dinlerseniz, kasavetten kurtulur, saadete erersiniz. Ey millet! Kendi kendinizi yargılayıp birazcık düşünün, olmaya ki bir gün pişman olasınız... (Pişman olduğunuz zaman faydası olmayacak.) Benim inancım, Kur’an’ı nazil eden Allah’adır. O’dur iyilerin yardımcısı...”
Daha sonra Allah’a hamd u sena edip, Resulullah (s.a.a)’e, bütün peygamberlere ve meleklere selâm gönderdikten sonra söze başlayıp şöyle dedi:
“Benim kim olduğumu biliyor musunuz?! Kimin oğluyum?! Beni öldürmek mubah mı?! Kanımı dökmek reva mı?! Bana hürmetsizlik caiz mi?! Kendinize sorun! Ben, peygamberinizin kızının oğlu değil miyim?! Peygamberinizin amcası oğlu ve vasisinin oğlu değil miyim?! Resulullah (s.a.a)’e ilk iman eden kişinin oğlu değil miyim?! Seyyid’üş-Şüheda Hamza, benim amcam değil mi?! İki kanadıyla cennette uçan Cafer-i Tayyar benim amcam değil mi?! Peygamber’in, ben ve kardeşim hakkında: ‘Bu ikisi cennet gençlerinin efendileridir.’ dediğini duymadınız mı?! Eğer beni doğru sözlü biliyorsanız, ki öyleyim, Allah’a andolsun yalan söylemedim ve söylemem. Eğer beni yalancı biliyorsanız, bu sözü Peygamber’den duyan kimseler mevcut. Onlardan sorun, Cabir’den sorun... Hepsi, bu sözü Peygamber’den duyduklarını söyleyeceklerdir...”
Hüseyin, sözlerine devamla şöyle dedi:
“Eğer benim Peygamber’in kızının oğlu olduğuma inanmıyorsanız, Allah’a yemin ederim ki, Peygamber’in kızının, doğuyla batı arasında benden başka oğlu yoktur. Sizden birini öldürdüm de kısas mı yapmak istiyorsunuz?! Acaba malınızı mı elinizden aldım?!”
Bu sırada Kûfe ordusunun başlarından birkaçının adını bir bir sayarak şöyle dedi:
“Ey Şebes-i Rib’î, ey Heccar-ı Ebcer, ey Kays-ı Eş’as, sizler değil miydiniz bana mektup yazanlar?! Ve davet edenler?! Mektuplarınızda: ‘Meyvelerimiz yetişmiş, bağlarımız yemyeşil; ağaçlarımız meyve vermiş, gel, bir ordu intizarında.’ diye yazanlar?!”
Sonra, Arap dilinde edebî, ideolojik ve sosyolojik şaheserlerden sayılacak, Kûfelilere sitem dolu sözlerine başladı:
“Ey kötüler güruhu, yok oluş ve helâket üzerine olasınız! Devamlı gam ve üzüntüye gark olasınız! Sizler ihtiyaç elinizi bize doğru uzattınız ve bir yardımcı istediniz, ihtiyacınıza cevap verip yardımınıza koştuğumuzda, yüzümüze kılıç çektiniz ve bizi yakıcı ateşle karşıladınız! Bir kılıç ki, biz onu elinize tutuşturmuştuk ve bir ateş ki, biz onu düşmana karşı alevlendirmiştik! Şimdi dost düşman, düşman da dost olmuş! Bir düşman ki, aranızda ne adaleti diriltmiş, ne de bir isteğinizi karşılamıştır! Yazıklar olsun size, yüzlerce defa, yüzlerce! Ne kadar bedbaht insanlarsınız ki, bize hıyanet ettiniz! Hakka yardımdan kaçındınız, batılın dostu oldunuz! Yazıklar olsun size, yüzlerce defa! Neden olmasın?! Sizler öyle bir topluluksunuz ki, yardım vaadinde bulundunuz, daha sonra vazgeçtiniz! Düşünmeksizin! Bir kez kılıç çekmeden ve bir kez rahatınızı bozmadan! Sivrisinekler gibi bataklıklara uçuştunuz! Ey cariyelerin köleleri! Ey hak yoldan dönenler! Ey Kur’an’ı ayak altına alanlar! Ey gerçekleri tersyüz edenler, ey günaha bulaşmışlar! Ey şeytanın yetiştirdikleri! Ey Rahman’ın nurunu söndürenler! Allah’ın şefkatinden uzak kalasınız! Yezid’e yâr olup da Hüseyin’den mi kaçarsınız?! Hıyanet, tabiatınızdaymış! Ve bedeninize kök salmış! Güçlenmiş ve meyve vermiş! Bir meyve ki, görenini zahmete düşürür, fasık ve zalimlerin karınlarını doldurur! Şimdi şu babası da, kendisi de kimden olduğu bilinmeyen adam, önüme iki yol koymuştur: Şahadet ya da zillet ve zalime teslimiyet. Teslim olmam mümkün değil ve böyle bir şey yeryüzünde gerçekleşmeyecek. Allah, Resulü, imanlı kişiler ve şerefli insanlar böyle bir şeyi istemezler. İyilerin şahadeti, alçaklara teslim olmaktan daha yücedir. Şimdi ben şu az sayıda askerimle ve dostların hıyanetiyle, ağır bir orduyla savaşacağım.”
Yezit ordusunun komutanı öne çıkıp Hüseyin’in ordusuna doğru bir ok fırlatarak şöyle dedi: “Şahit olun ki ben Hüseyin’in ordusuna ilk ok atan kişiyim!” Savaş başladı ve Kûfeliler Hicazlıları ok yağmuruna tuttu. Hüseyin’in (a.s) yârânından birçoğu yaralandı. İmam Hüseyin de savaş emri verip yârânına şöyle buyurdu:
Ey yüce insanlar! Kalkın; bu oklar, düşmanın size doğru gelen habercileridir.”
Gün yarılanmıştı ve savaş ateşi alevlenmekteydi. Yiğitlik ve şehitlik meydanıydı, insanlığın iftiharına iftihar katılmaktaydı. Hüseyin (a.s), öğle namazını kılacaktı. Züheyr ile Said’e şöyle buyurdu: “Önümde durup siper olun...” İkisi de itaat edip Hüseyin’in (a.s) önünde durdular. Kendilerini düşmanın oklarına hedef edip, okların Hüseyin’e isabet etmesini engellediler. Hüseyin (a.s) geri kalan yârânıyla namazı cemaatle eda etti. Namaz bittiğinde Said, bedenine saplanan oklar neticesinde yere düşüp şahadete erdi...
Hüseyin’in (a.s) Kerbelâ’da çeşitli cihadları vardı; namaz, o cihadlardan biriydi. Evet; savaş nasıl cihadsa, namaz da cihaddır. Kendinden geçmek ve Allah’ı görmek cihadı. Kendini unutmak, Allah’ı hatırlamak cihadı. Savaş meydanında, düşman oklarının karşısında, susuz dudaklarla, yaralı bedenle namaz kılmak, işte imanın büyüklüğü ve işte ruhun azameti! Mücahidin kalbinden başka bir yerde bulunmayacak bir iman!
Savaş devam etmekteydi. Askerî deha ve Hüseyin ordusunun büyük serdarı Züheyr şehit oldu. Ve ardından diğerleri... Savaş sırası Benî Haşim’e gelmişti. Sayıları 16’dan fazla değildi ve hepsi Ali’nin babası Ebu Talib’in soyundan. Önce Hüseyin’in (a.s) büyük oğlu Ali Ekber meydana gitti ve şehit oldu... Ve sonra Haşimî gençler birer birer... Benî Haşim’in son şehidi, Hüseyin’in (a.s) yiğit kardeşi ve ordunun alemdarı Abbas’tı. Şehit olan Haşimîlerin hepsi gençti. Haşimî ve diğerleri; Hüseyin’in yârânının tamamı şehit oldu... Artık kimse kalmamıştı. Şahadet sırası şehitler önderine gelmişti...
Aşura gününün ikindi vakti girmişti. Hüseyin (a.s), yorucu bir savaştan sonra yere düştü ve düşman her taraftan ona saldırdı. Etrafı toz toprak ve karanlık kapladı! Güneş utancından yüzünü sakladı! Yıldızlar gözyaşlarıyla göründüler! Kızıl yel esmeğe başladı! Kimse kimseyi görmüyordu! Azap iniyor sandılar. Bir süre sonra toz toprak çekilip her şey normale döndü. Güneş üzerindeki perdeyi kaldırdı; ama fazla bekleyemedi ve hemen battı! Hüseyin şahadete erdi... Şahadet güneşi doğup dünyanın karanlığına ışık saçtı ve doğruluk yolunu, yolunu şaşırmış insanların gösterimine sundu.
Evet; Aşura günü Hüseyin ve yârânı şehit oldular; ama gerçekte kan kılıca, hak batıla galip geldi.
Evet; Hüseyin (a.s) Aşura’da bütün insanlara iman, cihad, şahadet ve fedakârlık dersi verdi; izzet ve şeref yolunu onlara gösterdi.
Evet; Hüseyin (a.s) şehit oldu; ama ilelebet insanların yüreğinde ve tarihin sayfalarında yaşayacaktır.
Allah’ın, peygamberlerin ve salih kulların selâmı Hüseyin’e ve yârânına olsun!
Beşeriyet tarihinin bu en büyük musibetinden dolayı, İmam-ı Zaman’a (a.f) bütün Müslümanlara, azade insanlara ve siz Hüseyincilere taziye ve başsağlığı diliyoruz.
S. Necat Karakuş
Ehlader